XV ve
XVI. ASIRLARDA OSMANLILARDA ILMI HAYAT
Toplumlarin, düsünce, anlayis ve davranislari üzerinde büyük ölçüde etkisi oldugunu bildigimiz dinler, onlarin, daha önce bagli bulunduklari sistem, anlayis ve hareketlerini de degistirirler. Nitekim, Müslüman olmadan önceki anlayis, davranis ve hareketleri ile Islâm dinini kabulden sonraki hareket ve anlayislari arasinda büyük farkliliklar bulunan Türkler'deki bu degisikligi, ancak din faktörü ile izah edebiliriz. Islâm medeniyeti içindeki yerlerini aldiklari andan itiaren, hareket ve müesseselerini bu dinin emir ve prensiplerine uydurmaya çalisan Müslüman Türkler, bu sâyede ilmin gelismesine hizmet etme imkânina kavustular. Gerek Osmanli öncesi, gerekse Osmanli döneminde böyle bir gelismeye hizmet etmek, Islâm'in ilme verdigi degeri anlamakla mümkün olmustur. Bu bakimdan, Osmanlilari, XV ve XVI. asirlarda ilim ve bunun sonucu olarak ortaya çikan gelismelere yönelten faktörden, baska bir ifadeyle Islâm'in ilme verdigi degerden biraz bahsetmek istiyoruz. Böylece, Osmanli dünyasinin her bakimdan gelisme gösterdigi bu asirlardaki uygulamalarinin ilmî hayata yansimasini ve sebeplerini görmüs olacagiz. Bilindigi gibi Kur'an, ilk âyeti ile ögrenmeyi emreden bir dinin kitabidir. Bu Kitab'in gönderildigi peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kitab ve Sünnet'in okuma ve ögrenme ile ilgili emirlerini gözönünde bulunduran Müslümanlar, daha Islâm'in ilk yillarindan itibaren ögrenmek için bütün imkânlarini seferber ediyorlardi. Baslangiçta bu imkânlar, daha ziyade dinî alanda kullaniliyordu. Zira bu bilgilerin bir kismi günlük, bir kismi haftalik, bir kismi aylik, bir kismi da senelik ibâdetleri için gerekliydi. Bu bilgiler olmadan ibâdet yapilamazdi. Bununla beraber, ibâdetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadigini da belirtmek gerekir. Zira namaz kilmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, basini yerden kaldirip gökleri arastirmak ve ay ile günesin hareketlerini takip etmek zorundadir. Böylece basit bir sekilde de olsa bir astronomi bilgisine; Zekât vermek isteyen bir baskasi matematik bilgisine; Hacca gitmek veya namaz için kible yönünü tayin etmek isteyen bir digeri de en azindan cografya bilgisine sahip olma zaruretini duyar. Islâm âleminde, astronomi ve matematik gibi ilimlerin gelismesi için en büyük tesvik, ibâdetlerin yerine getirilme zamanlarinin tayini ile ilgilidir. Bu bakimdan matematik, astronomi ve özellikle küresel geometriye ihtiyaç vardi. Nitekim, Ramazan ayi ve bayraminin baslangicinda Hilal'i görme çalismalari, Müslüman matematikçi ve astronomlarin en önemli islerinden biri olmustu. Ayrica bu tür özel problemleri çözmek için çok daha kompleks bir küresel geometrinin kurulmasi, bu arada ibâdetlerle ilgili iki problemin çözümü için bu geometrinin tatbiki gerekiyordu. Bunlardan biri, Dünya'nin herhangi bir yerinden Mekke'nin bulundugu (kible tayini için) yönünün belirlenmesi, digeri de günde bes defa kilinan namazin, vakitlerinin Günes'in hareketine göre tesbit edilmesiydi. Bu konularda kesin hesaplamalar yapabilme için gökküre üzerindeki üçgenlerin bilinen açi ve kenarlarindan hareketle, bilinmeyenlerini bulmak gerekiyordu. Batlamyus'un metodunun kullanilisli olmamasi yüzünden, Müslüman matematikçi ve astronomlar, daha basit trigonometrik metodlara ihtiyaç duyuyorlardi. Bunun bir sonucu olarak IX. asirda bugün de kullanilan alti trigonometrik fonksiyon tarif edilmisti. Bunlar, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekant fonksiyonlari idi. Batlamyus zamaninda bunlarin hiç biri bilinmiyordu. Bu alti fonksiyondan besi kesinlikle Islâm kökenli olup, sadece sinüs fonksiyonunun Hintlilerden alindigi söylenebilir. Öyle zannediyorum ki Osmanli döneminde bu ilim dalinin (astronomi) gelisme seyrini takib edebilmek için iki âlimin ismini zikretmek kâfi gelecektir. Bunlardan biri, Fâtih Sultan Mehmed dönemindeki Ali Kusçu, digeri de Sultan III. Murad döneminin büyük astronomu Takiyüddin b. Mehmed b. Maruf'tur. Gerek Kur'an, gerekse hadislerden bir kisminin açiklanabilmesi, tarih ve metodolojisini bilmeye baglidir. Zira âyetlerin "sebeb-i nüzûlü" ve hadislerin "sebeb-i vürûdu"nun bilinmesi, âyet ve hadislerin yorumlanmasinda büyük faydalar saglar. Bu da tarih ilmine olan ihtiyaci ortaya çikarir. Ayrica Kur'an'in 1/3 (üçte biri) ne yakin bir kisminin ibret alinmasi için tarihle ilgili olmasi, Müslümanlarin tarihle ilgilenmeleine sebep olmustur. Nihayet bazi hadislerin genel anlamda ilmi tesvik etmeleri, Müslümanlarin asirlar boyu her türlü ilmî faaliyet ve arastirmalarda bulunmalarina vesile oluyordu. Çesitli arastirmalarimizda konu ile ilgili âyet ve hadislere temas edildigi için burada bunlara deginmek istemiyoruz. Gerçekten Islâm, fark gözetmeden, insan ve insanliga faydali olacak egitim ve ögretim faaliyetlerinin devam edip gelistirilmesini emreden bir dindir. Bu mânâda ona göre ilimler arasinda fazla bir fark yoktur. Zira Islâm, hayatin bütün safhalarini kapsayan ve insani bütün yönleri ile ele alan bir dindir. Bu bakimdan, bazi din ve felsefî sistemlerde oldugu gibi belli bazi ilimlerle ugrasip digerlerini bir kenara atmaz. Nitekim, Bati dünyasinda asirlarca horlanan ve Allah ile Kilise'nin gazabina sebep olarak gösterilen tip ilmi, bizzat Hz. Peygamber tarafindan tasvib görmüstür. Bilindigi gibi, onun, daha sonra "Tibbu'n-Nebevî" diye basli basina eserlerin yazilmasina konu olacak hadisleri, küçümsenmeyecek bir yekûn teskil ederler. Keza onun, Hendek Savasi esnasinda yaralilar için kurulan "Rüfeyde Çadiri"na tedavi maksadiyla kaldirilmalarini emretmesi, Islâm Hastahane tarihinin, onun zamanina kadar çikarilmasina sebep olmustur. Bunun içindir ki, Islâm dünyasinin daha ilk asirlarindan beri hastahane kurma ve tipla mesgul olma, âdeta bir gelenek haline gelerek devam etmistir. Bu gelenek, gerek Müslüman Arap dünyasinda, gerekse Müslüman Türk dünyasinda uzun süre devam etmistir. Zira bu müesseseleri kurup gelistirenler, insanlarin izdirabini hafifletmeye ve onlara sifa dagitmaya çalisiyorlardi. Bu gaye için onlar, özel tip medreseleri kurup adina da "Dâru't-Tib" diyorlardi. Islâm dünyasinda ilim ve ibâdet, birbirlerinden ayrilmayan iki unsur olarak kabul edildigi için, tib ilmi ve hastahanelerle ilgilenmek bir emir gibi telakki ediliyordu. Bu sebeple Islâm âleminde tibbî önemli bazi kesiflerin yapildigi görülür. Kan dolasiminin kesfi ile bazi mikrop ve ilaçlarin bulunmasi bu konuda akla ilk gelenler olarak zikredilebilir. Benzer gelismelerin, Osmanlilarin daha ilk zamanlarinda basladigini görüyoruz. Nitekim Osmanli medreseleri içinde özel ihtisas gerektiren müstakil "Dâru't-Tib"larin kurulmus olmasi, ifade etmeye çalistigimiz bu gerçekleri dogrulamaktadir. Islâm âleminde, tercümeler devri (IX. asir, Me'mun devri) diyebilecegimiz dönemden hemen sonra, bilimlere karsi büyük bir istiha uyanmisti. Bu istihanin bir sonucu olarak müsbet ilimler alaninda önemli gelismeler meydana gelmisti. Bu sebeple, dönemi izleyen çaglarda bilim ve bilgi üretmede Müslümanlar öncü olmuslardi. Müslümanlarin bilimlere yaptiklari katkilar ile gerek Ortadogu'da, gerek Ispanya'da kurduklari bilim akademileri, semsiyyeler (rasathaneler) ve medreseler (üniversiteler) Avrupa'da Rönesans denilen dönemi hazirlamislardir. Söz konusu müesseseler, Avrupa için daha sonraki yüzyillarda taklid edilip gelistirilen prototipleri olusturmustur. Büyük bilim tarihçisi George Sarton'a göre M.S. 750 - 1100 yillari arasinda her 50 yil o döneme bilimsel katkilari ile hakim olmus veya damgasini basmis olan bir ya da birkaç büyük Müslüman bilim adaminin ismiyle anilmaya layiktir. Sarton'a göre: 750 - 800 arasina "Câbir çagi", 800- 850 arasina "Harizmî çagi", 850 - 900 arasina "Râzi çagi", 900 - 950 arasina "Mes'udî çagi", 950 - 1000 arasina "Ebu'l-Vefa çagi", 1000 - 1050 arasina "Beyrûnî ve Ibn-i Sina çagi" ve 1050 - 1100 arasina da "Ibnü'l-Heysem ve Ömer Hayyam çagi" demek gerekir. 1300'e kadarki dönemde ise, Sarton'a göre elliser yillik bilim çaglarina artik Avrupa kökenli bilim adamlarinin da isimleri izafe edilmektedir. Ama bu arada da onlarla birlikte Ibn Rüsd, Nâsirüddin Tûsî ve Ibnü'n-Nefis de zikredilmektedir. Briffault'a Making of Hummanity isimli eserinde: "... Ilim diye isimlendirdigimiz olay, Avrupa'ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm metodlarinin sonucu olarak dogmustur. Ilim, Islâm medeniyetinin dünyaya en önemli armaganidir" ve George Sarton'a da "Orta çagin temel fakat bir o kadar da az bilinen basarisi, deney ruhunun uyandirilmasidir ki bu, herseyden önce, XII. yüzyila kadar Müslümanlarin sayesinde olmustur" dedirten Islâmin gelistirip yücelttigi ilim, acaba Islâm ülkelerinde XII. yüzyildan baslayarak niçin gerilemistir? Bunun, bütün Islâm âlemi gözönünde tutuldugunda, zahirî iki ve batinî olarak da bir sebebi vardir. Ayrica Osmanlilari ilgilendiren bir üçüncü sebep daha bulunmaktadir. Bunlar: 1. Bagdad'in Mogollarca talan edilip Abbasî halifeliginin çökmesidir. Mogol istilasi, bilim adamlarini koruyan pek çok hamiyetli emîrin mülkünü tarumar etmisti. 2. VIII. Yüzyildan itibaren mezheplerin ortaya çikmasi ve artik her seyin mezheplere göre düsünülüp tenbellige alisilmasidir. Osmanlilarda ise ilmiye sinifi ile bu sinifin disinda kalan âlimler arasindaki çekismedir.* Daha önce de belirtildigi gibi Türkler, Islâmiyet'i kabul edip bu dinin medeniyet hâlesi içine girdikten sonra, yasantilarini bu dinin emirlerine göre düzenlemeye çalistilar. Ilmî düsünce ve ahlakî mevzularda dinin emirlerini rehber edindiler. Baska türlü davranmalari da mümkün degildi. Zira Kur'an ve Sünnet'in bu konudaki emirleri kesindi. Bu sebeple Müslüman Türk dünyasinda, dönemlerine göre bilinen ilimlerin her bransinda söz sahibi olan, eser yazan ve birçok ögrenci yetistiren âlimler ortaya çikti. Devletin en üst kademesinde bulunan hükümdarlar tarafindan da her türlü iltifata mazhar olan bu bilginler, yazdiklari eser ve yetistirdikleri talebeler vâsitasiyle asirlarca dünyaya isik tuttular. Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlarinda gerek günümüzde müsbet denilen gerekse dinî ilimlerin her subesi ile mesgul olan bilginler, belirtilen sahalarda fikir, düsünce, eser ve talebeleri ile zamanimiza kadar tesir etmeye devam etmektedirler. Bunlarin sayilari o kadar çoktur ki, insan bunlarin hangisinden bahsedecegini âdeta sasirmaktadir. Eskilerin tabiri ile böyle bir seçim, denizdeki baliklari saymaya kalkismaya benzer. Keza bu, rengarenk çiçeklerle dolu ve adeta süslenmis bir bahçeden alinacak çiçekler hakkinda bir seçim yapmaya benzer. Buna göre biz, simdi Fâtih döneminin din, hukuk, tip, matematik ve edebiyatçilarindan mi bahsedecegiz, yoksa onun, Akkoyunlu Hükümdari Uzan Hasan'in elçisi olarak Istanbul'a gelen ve kendisi ile tanisan astronomi ve matematik âlimi olan Ali Kusçu (öl. 1474)'yu Istanbul'a davetinden mi söz edecegiz? Istanbul'a gelmek üzere yüz kisilik maiyeti ile birlikte Osmanli topraklarina girdigi andan itibaren her konak yeri (menzil) için bin akça gibi o günün ekonomik ve sosyal sartlarina göre gayet yüksek bir meblagin tahsis edildigi Ali Kusçu, Osmanli ülkesinde matematik ve astronomi ilimlerinin yayilmasini saglamisti. Onun açtigi matematik okulundan Mirim Çelebi (öl. 1525) gibi bir matematikçi yetismisti. Yoksa bütün bunlari bir kenara birakip II. Bâyezid döneminin, Hammer'in ifadesi ile altmis (60) büyük hukukçunun yaninda, tipta Hekim Sah, matematikte deyine Mirim Çelebi'den mi söz etsek? Veya bu dönemin tarihçilerinden olan Nesrî ile Idris-i Bitlisî'den mi bahsedecegiz? Yoksa güzel sanatlar subesinin, ismine layik nefasette eserler veren ve yeni bir çigir açip bu sahada ekol sahibi olan Seyh Hamdullah'tan mi söz edecegiz? Âlimler denizi diyebilecegimiz Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlari içinde bir seçim yapmak pek kolay olmayacaga benzer. Bununla beraber, sözü edilen asirlari "Türk asirlari" haline getiren ve ilmî gelismelerde hizmeti geçenleri, Tasköprülüzâde Isâmeddin Ahmed Efendi'nin Sakaik-i Numanîye ile daha sonra yapilan zeyilleri, Süleyman Sa'deddin Efendi'nin Devhatu'l-Mesayih'i, Bursa'li Mehmed Tahir'in Osmanli Müellifleri, Mahmud Karakas'in Müsbet Ilimde Müslüman Âlimler (Ankara 1991), Osman Sevki'nin Bes Buçuk Asirlik Türk Tababeti Tarihi, Franz Babinger'in Osmanli Tarih Yazarlari ve Eserleri ile Nuri Çaliskan'in henüz basilmamis epey hacimli eseri olan Osmanli Imparatorlugu'nda Fen Ilimleri ve Yetisen Bilginler (Kurulustan m. 1700'e kadar) gibi eserlerinde görmek mümkündür. Bu eserler, Osmanli döneminin çesitli ilimler sahasinda söhret olan ve eserleri ile zaman zaman üniversitelerimizde okutulan âlimlerin ne kadar çok oldugunu göstermek bakimindan örnek olarak gösterilebilirler. XV. Yüzyilin ikinci yarisi, Osmanlilardaki kültür hayatinin en yüksek oldugu devirlerden biridir. Tahsilleri yüksek olan Fâtih Sultan Mehmed ile oglu II. Bâyezid, devlet erkânindan Mahmud, Karamanî Mehmed, Fenarîzâde Ahmed, Çandarlizâde Ibrahim ve Veliyüddin oglu Ahmed, Tazarruat sahibi Sinan, Cezerî Kasim Pasa'lar, gibi kiymetli âlim vezirler, gerek Osmanlilardaki ve gerekse disardan gelmis olan muhtelif âlim ve sairleri himaye eylemislerdir. Bunlardan baska, devrine göre iyi yetistirilmis olan Osmanli sehzâdeleri, bulunduklari sancaklarda etraflarina âlim ve edipleri toplamislardi. Edebî hayat, Istanbul, Edirne ve Bursa'dan baska, sehzâde sancaklarinda, Bagdad, Diyarbakir, Konya ve Rumeli'de, bir ilim merkezi haline gelmis olan Üsküp ile Yenice-i Vardar'da da inkisaf ediyordu. Bunun en önemli sebebi buralarda sair ve edipleri himaye eden sahsiyetlerin bulunmalari idi. Uzunçarsili, bu dönemin edip ve sairleri hakkinda daha fazla tafsilat vermek suretiyle, belirtilen dönemdeki eserlerden uzun uzadiya bahseder. Bu dönemde benzer bir gelisme de riyaziye denilen matematik sahasinda olmustur. Nitekim Osmanli medreselerinin en alt seviyesi olarak kabul edilen Hâsiye-i Tecrid medreselerinde hesap ve eskâl-i tesis denilen hendese (geometri) ile kozmografya okutulmaktaydi. Ali Kusçu Istanbul'a geldigi zaman bu medrese derslerinden baska ayri bir kurs açarak riyaziye (matematik) okutmustu. Hatta Sinan Pasa, Ali Kusçu'dan riyaziye ögrenmek için talebelerinden Tokatli Molla Lütfi'yi göndermis, o da ögrendiklerini hocasi Sinan Pasa'ya ögretmisti. Nitekim Sakaik-i Numanîye'de bu konu anlatildiktan sonra "Mevlana Sinan Pasa, bu tarikle ulûm-i riyaziyeyi itmam ve ikmal eyleyüp" denilerek Sinan Pasa'nin bu sayede matematik ilmini ögrendigini, ayrica bununla da yetinmeyip Kadizâde-i Rumî'nin Çagmînî'ye yazdigi serhe de hasiye yazdigina isaret eder. Bilindigi gibi, Bursa'li Kadizâde-i Rûmî denilen Musa Pasa, büyük bir Türk matematikçisi ise de ilmî tahsilinin bir bölümü ile, ders okutmasi Osmanli diyarinda olmayip Semerkant'ta olmustur. Yalniz XV. yüzyilin son yarisinda Osmanli medreselerinde okutulan riyaziye (matematik) dersleri Kadizâde-i Rûmî ekolünün Ali Kusçu vâsitasiyle devamindan baska bir sey degildir. Osmanlilar, bütün ilmî müesseselerde oldugu gibi sihhî ve tibbî müesseseler de açmislardir. Onlar bununla kalmamis, ayni zamanda bu islerle mesgul olanlari da himaye etmislerdi. Böylece onlar, saglik hizmetlerine de ehemmiyet verdiklerini göstermislerdi. Bu maksatla ülkelerinin disindan gelen âlimleri de tesvik etmislerdi. Ileride bu konuda biraz daha teferruatli bilgi verilecegi için burada üzerinde fazla durmadigimizi belirtmekle yetinmek istiyoruz. Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, ilim tahsiline büyük bir önem veriyorlardi. Bu sebeple daha devletin ilk yillarindan itibaren medrese ile egitim ve ögretim faaliyetlerinin devami için vakiflar kurmuslardi. Bu sâyede gerek hoca, gerek ögrenci ve gerekse diger hizmetliler, malî bakimdan sikinti çekmiyorlardi. onlarin karsilasabilecekleri sikintilari, dönemin imkânlarinin elverdigi ölçüde ortadan kaldirmaya çalisiyorlardi. Osmanlilarin, ilim adamlarina olan ragbetleri ve onlari himayeleri, daha kurulus yillarindan itibaren bilindigi için disardan da pek çok kimse buraya gelmeye basladi. Bu dönemlerde "Âlimler Yuvasi" diye isimlendirilen Iznik sehri, medreseleri ile bir ilim merkezi haline gelmisti. Bu merkezin yetistirdigi ve Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi ünvanini alan Molla Fenarî, "Câmiu Husuli'l-Bedayi fî Usûli's-Serayi"adli muazzam eserini tam otuz yilda tamamladi. Basilmis olan bu eser, fikih usûlüne dairdir. Çaliskanligi, bilgisi ve takvasiyle Osmanli Devleti'nin en buhranli devrinde halki etrafina toplayabilmis olan Molla Fenarî, devrin hükümdarlarinin iltifatlarina mazhar olmustu. Osmanli Devleti'nde, ilim adamlarina gösterilen itibar, birçok bilginin (âlim) Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi yerlerden kalkip Istanbul'a gelmelerine sebep oluyordu. Böylece Istanbul, âlimlerin akinina ugrayan bir merkez haline geldi. Fâtih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân Medreseleri"ni tesis ettirmesi ve bunlar için genis vakiflar tahsis etmesinden sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da, pâdisahlar basta olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensublari ve zengin halk tarafindan pek çok medrese insa olunmustu. Sadece, Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da yapilan medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye Medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Gerçekten, Osmanlilarda Orhan Gazi'nin kurdugu Iznik Medresesi ile mütevazi bir baslangiç yapilmisti. Bunlara (medreselere) tahsis edilen ve önemli bir gelirin elde edilmesine vesile olan vakif sistemi, bir devlet politikasi olarak tesvik edilmisti. Bu sebeple kisa sürede Osmanli ülkesinde birçok medrese kurulmustu. Bununla beraber XV. asir ortalarinda Fâtih'in insa ettirdigi Sahn-i Semân medreseleri (insasi 1463-1471) ile bundan bir asir sonra Kanûnî'nin insa ettirdigi Süleymaniye Medreseleri (insasi 1550-1557), Osmanli ilim hayatinda iki önemli dönüm noktasini teskil etmislerdir. Bunlar, fizikî görünümleri, sahip olduklari maddî imkânlari ve nihayet egitim programlari ile kütüphânelerinin zenginligi bakimindan en üst seviyeyi temsil etmislerdir. XV ve XVI. asirlarda Osmanli anlayisina göre problem, sadece medrese binasi insa edip ona gelir getiren vakiflar tahsis etmekle de bitmiyordu. Zira buralarda okutulacak dersler, müfredat programlari ve takib edilecek egitim-ögretim metodu da önemliydi. Osmanli'nin o asirlardaki anlayisini ve gelismisligini ortaya koyabilmek için basitçe Sibyan Mektepleri'ne bakmak yeterli olacaktir. Fâtih Sultan Mehmed, medrese teskilâtini kurarken Eyüp ve Ayasofya'da açtigi iki medresede Sibyân Mektepleri'nde ögretmenlik yapacaklar için ayri dersler koydurmus ve bu dersleri görmeyenleri adi geçen mekteplerde ögretmenlik yapmaktan men etmistir. Bu dersler, Arapça Sarf ve Nahiv, Edebiyat (meâni, beyân, bedi) Mantik, Muhasebe âdabi ve Tedris usûlü, Münakasali Akaid (Kelâm ilmi), Riyaziyat (Hendese ve Heyet)tir. Fâtih'in, bu programinin ne kadar ileri oldugu açikça görülmektedir. Matematigin, Avrupa'da ders programlarina giris tarihinin 1890 oldugunu düsünürsek, Osmanli egitim ve ögretim programlarinin ne kadar ileride oldugunu daha iyi degerlendiririz. Gerek medrese, gerekse diger müesseseler bakimindan meydana gelen bu gelismeler, sadece Istanbul'da degildi. Halki tamamen gayr-i müslim olan Rumeli'de bile benzer müesseseler o kadar sür'atle kuruldu ki, fetihten 15 sene sonra buralari görenler, Osmanli idaresine geçmis olan yerlerin hemen tamaminin Müslüman Türk sehri haline geldigini görüp hayret etmislerdir. Nitekim XVI. asrin sonlarina dogru Sofya'da 53 câmi ve mescid, 40 mektep; Filibe'de 53 câmi, 70 mektep, 9 medrese, 11 tekke, 9 Dâru'l-kurra; Eski Zagra'da 17 câmi, 42 mektep; Vidin'de 24 câmi, 7 medrese, 11 mektep, 7 tekke; Lofça'da 30 câmi, 6 mektep; Sumnu'da 50 câmi; Varna'da 41 câmi; Silistre'de 40 câmi, 40 mektep, 8 medrese; Tirnova'da 26 câmi, 20 mektep, 10 tekke; Mostar'da 47 câmi, 11 mescid, 40 mektep ve 7 medresenin tesbit edilebilmesi, vakiflarla Islâm ve Türklestirme faaliyetlerinin nasil bir hizla yürütüldügü konusunda kesin bir fikir vermektedir. XV ve XVI. asir Osmanli dünyasina bakildigi zaman bu dünyada, döneminin bilinen her müessesesinin gelisip tekamül ettigi görülür. Bu gelisme, sadece maddî müesseselerde degil, onlara ruh ve hayat veren anlayislarda da görülür. Adalet, günümüzde hosgörü denilen müsamaha, baskalarina yardim, fazilet ve hayirli seylerde yarisma (vakiflar gibi) gibi manevî hasletleri burada zikredebiliriz. Bu anlayisin sebep oldugu hayat tarzinda, sosyal hayat, ekonomik gelisme, askerî, idarî, adlî, siyasî, mimarî, edebî, musikî, tip ve egitim sahalarinda da büyük bir gelismeye sahid olunmaktadir. Arsivlerimizde bulunan belgeler, mahkeme kararlarinin yazildiklari ser'iyye sicilleri, vakfiyelerdeki bilgiler ve hâlâ ayakta duran canli birer sahid olan mimarî eserler, Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlarinin niçin "Türk Asirlari" ismine layik olduklarini ortaya koymakla kalmiyor, ayni zamanda günümüzde gelismis veya gelismekte olan birçok devlete örnek olarak modellik yapmaya da devam ediyorlar. Biz burada,Yavuz Sultan Selim'in, Misir seferindeki ikmal ve lojistik uygulamasinin askerî bakimdan nasil örnek oldugunu, Ser'iyye Sicillerindeki kayitlarda bulunan mahkemelerdeki "Suhûdu'l-hal"in, nasil jüri olarak karsimiza çiktigina ve XVI. asirda Istanbul'daki et ihtiyacinin giderilebilmesi ile ilgili belgelerden elde edilen bilgilerden nasil istifade edildiginden bahsetmeyecegiz. Ancak, vakfiyelerde de rastladigimiz ve günümüzün modern tibbini ilgilendiren bir gazete haberinden örnek vermek istiyoruz. 26 Mayis 1996 tarihli Milliyet Gazetesi'nin dördüncü sayfasindaki haberde, hastaliklarin musikî ile tedavisi hakkinda söyle deniyor: "Türk müzigi ile tedavi yönteminde Almanya'da 25 denek üzerindeki çalismalarin olumlu sonuç verdigi belirtildi. Uzmanlar, Türk müzigi dinletilen ve beyin dalgalari filme alinan deneklerin, tedaviye olumlu reaksiyon gösterdigini açikladi. M.Ü. Türkiyat Arastirmalari Enstitüsü Ög. Üyesi ve Etnomüzikoloji Merkezi Baskani Y. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç, Viyana Üniversitesi Müzik Psikolojisi Bölümü ve Köln Spor ve Sanat Akademisinde Türk müzigi ile tedavi çalismalari yapildigini kaydetti. Güvenç "Trakya Üniversitesi'nde bir bölümün açildigini 4 yabanci ögrencinin buradan mezun oldugunu, Avrupa'da endokrik sistemle Türk müziginin iliskisi de arastirilmaya baslandigini açikladi. Bu arastirma ile müzigin iç salgi bezlerini ne gibi degisiklige ugrattigi ortaya çikacak dedi. Gazete haberini su sekilde devam ettirmektedir: "Dinle iyiles: Rast :Felc, bas ve göz agrilarina Buselik: Kulunç ve bel agrilarina Ussak: Uykusuzluk Rehavî: Sirt agrisi Hüseynî: Kalp, karaciger, mide ve sitma Hicaz: Böbrekler Zirefkent: Mafsal agrilari Isfahan: Atesli hastaliklar Nevâ: Kadin hastaliklarina." Günümüz üniversitelerinde arastirmaya konu olan müzikle tedavi, XV. asir Osmanli dünyasinda uygulaniyordu. Nitekim Sultan II. Bâyezid, Kili ve Akkirman fethine giderken Edirne'de bir süre konaklar. Tunca Nehri'nin kenarinda 23 Mayis 1484 Cuma günü Câmi, Hastahane, Medrese, Imâret, Tophane, Hamam, Degirmen ve Köprüden ibâret büyük bir külliyenin temelini atar. O, bu külliye için de vakiflar tahsis eder. Müessesenin isleyisi için de bazi sartlar koyar. Buna göre: "Merhum ve magfur Bâyezid-i Veli, vakifnâmesinde hastalara deva, dertlilere sifa, divânelerin ruhuna gida ve def-i sevda olmak üzere on aded hânende (okuyucu) gulam tahsis etmistir ki, üçü hânende, biri nezyen, biri kemanî, biri musikarî, biri santurî, biri udî, olup haftada üç kerre gelerek hastalara ve delilere musikî fasli verirlermis. Yüce Tanri emriyle nicesi sarkidan ve sazdan yararlanir, hos hal olurlar. Hakka ki ilm-i musikîde Nevâ, Rast, Dügâh, Segâh, çargâh ve Suzinak makamlari onlara mahsustur. Ama makam-i Zengûle ile makam-i Bûselikte Rast karar kilsa âdeme hayat verir. Cümle saz ve makamlarda ruha gida vardir." Bes Buçuk Asirlik Türk Tabâbeti Tarihi adli eserinde Osman Sevki musikî ile tedavi konusunda sunlari söylemektedir: "Türk tabâbeti, genislik ve kapsam itibariyle çok ileri idi. Türkler, tabâbet ve saglikla ilgili bulduklari bilgilerden uygun gördüklerini hemen alip uyguluyorlardi. Müzikle tedavi, Türk tabiblerinin icadi degildi. Bununla beraber bu tedavi tarzi, Türk tabiblerinin elinde gelisme gösterdi." Osman Sevki, Türk musikî âletleri hakkinda bilgi verdikten sonra haftanin belli gün ve saatlerinde hastahanelerde mehterhâne-i hakanî'nin çalindigini, ayrica hastahânelerin musikî takimlarinin bulundugunu ve buralarda çalin enstrümanlari da vererek Rast'in felce, Irak'in atesli hastaliklara, Isfahan'in zihin açikligi, zekâyi gelistirme, düsünce ve gönül baglarinin yenilenmesi arzu olunan hastalara, Rehâvî'nin bas agrisi ve hafakani olanlara uygundu. der. Osmanlilarda, sözü edilen dönemlerde özellikle akil hastalari musikî, su sesi ve çiçeklerle tedavi edilmeye çalisilirken XVIII. yüzyila kadar Avrupa'da, benzer hastaliklarin seytanla isbirligi yaptigina inanilarak öldürülmeleri ve hatta diri diri yakilmalari bilgisizlik ve dinî taassubun bir örnegi olarak zikredilebilir. Osmanlilarin, yukarida kismen temas edilen sahalardaki gelismislik ve dönemlerindeki dünya devletlerine göre olan üstünlüklerinin tamamindan bahsetmek elbetteki mümkün degildir. Ancak biz, ilmî gelisme ve ilerleme bakimindan Osmanlilarin XV ve XVI. asirlarindan, günümüzün deyimiyle klip sahneler halinde ve bir nebze bahsetmek suretiyle canli anektodlari gözler önüne sermeye çalisacagiz. Bir nebze diyoruz çünkü, belirtilen asirlarda yasamis ve ilmî gelismelerde katkisi bulunmus olan sahsiyetin hayatindan bahsetmek bile, basli basina bir eseri dolduracak kadar yer kaplar. Bu sebeple sadece birkaç kisiden kisaca bahsedecek, daha sonra da belli sahalardaki bazi isimleri vermekle yetinecegiz. Bahsedecegimiz bu sahsiyetlerden biri, babasindan sonra Osmanogullari'nin en bilgini olarak kabul edilen II. Bâyezid'dir. Onun hayat hikâyesi, döneminin ilmî anlayis ve gelismeleri hakkinda bize bir fikir verecektir. Sultan Bâyezid, sehzâdeliginden beri etrafina ünlü bilginleri toplayip kendisini yetistirmeye gayret etmisti. Ayni zamanda sair olan ve siirlerinde "Adlî" mahlasini kullanan Bâyezid'in bu siirlerinin büyük bir kismini (1256 kadar) gazellerin meydana getirdigi küçük hacimli divani Istanbul'da 1308'de basilmistir. Hat san'atinda da oldukça yetenekli olan II. Bâyezid'in, Uygur yazisini okumayi ögrendigi, biraz da Italyanca bildigi kabul edilmektedir. O, mükemmel bir tahsil görmüstü. Türkçe, Farsça ve Arapça'yi edebiyatlari ile ögrenmis, Islâmî Ilimler, Felsefe, Matematik ve Musikî tahsil etmisti. Türkçe'nin Çagatay lehçesi ile Uygur alfabesini ögrenmisti. Bestekâr, hattat ve sairdi. Onun, bilginler ve san'atkârlar için ayrilmis özel bir bütçesi vardi. Kendisine takdim edilen eserlerden degerli bulduklarinin müelliflerini tesvik ederdi. Dinî emirlere bagli bir hükümdardi. Bu sebeple ilim ve ilim adamlarini seviyor, ilmî gelismelere vesile olabilecek her çareye basvuruyordu. Bu çarelerin basinda da süphesiz ki dinî ve ilmî kurumlarin tesisi ile fizikî mekanlarinin saglanmasi geliyordu. Onun bu sekilde çalismasi, döneminin ileri gelen devlet adamlari ile zenginler için de itici bir güç oluyordu. Nitekim, hükümdarlarinin bu uygulamasini gören birçok vezir, imâret ve bunlara gerekli olan tahsisatlari temin etmislerdi. Bu münasebetle Ali ve Mustafa Pasa'larin isimleri zikredilmeye deger. O, saltanati müddetince ilim adamlarini, sair ve sanatkârlari himâye etmisti. II. Bâyezid, bu himâyenin karsiligini da nâmina yazilan birçok eserle almisti. Kendisine takdim edilen eserleri okumak, onun en büyük özelligi idi. Amasya'da maiyetinde bulunan Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi'nin tavsiyesi ile Ibn Kemâl diye söhret bulan Ahmed Semseddin'e meshur tarihini yazdirmistir. Daha önce Akkoyunlularin hizmetinde bulunan ve Safevîlerin galebesi üzerine, Osmanlilara iltica etmis olan Idris-i Bitlisî'yi de himaye ederek ona meshur "Hest Behist" isimli tarihini kaleme aldirmisti. II. Bâyezid, güzel sanatlarin bir kolu olan hattatlikta da mahirdi. Amasya'daki valiligi sirasinda, Seyh Hamdullah'tan hat dersleri almisti. Nitekim, Seyh Hamdullah ile aralarinda siki bir münasebet bulunan II. Bâyezid, Seyh'in mânevî dünyasinda kendini bulurken, ayni zamanda dizinin dibinde hokkasini tutarak yazi mesk etmistir. Sultan Bâyezid'in, hatta olan meyli sâyesinde Amasya'da, Seyh'in etrafinda bir hat mektebi (ekol) dogmustu. II. Bâyezid, saltanata geçince Seyh, Istanbul'a davet edilerek, saray-i hümayuna hat hocasi olarak tayin edilir. Surasi bir gerçektir ki, onun döneminde ilim ve ilim adamlarina gösterilen himâye, ilmî gelismelerde etkili olmustur. Özellikle "Fikih" denilen Islâm Hukuk Ilmi, sür'atle gelismistir. Bu ilimle söhret bulmus birçok muhterem insan yetismistir ki, bunlardan bir kismi, elçilik dahil pekçok görevde bulunmuslardir. II. Bâyezid dönemi âlimlerinden bahseden Âsik Pasazâde, bize su örnek isimleri vermektedir: "Hocazâde, Mevlana Alaeddin Arabi, Seyyidzâde Seyyid Hamiduddin, Mevlana Kestelli, Hatipzâde, Manisazâde. Bunlara benzer azizler dahi çok vaki oldu." Siirleri ile söhret kazanmis olan Mihrî Hatun ile Müeyyedü'd-Din, taninmis bilim adamlarindandir. Bu sonuncu zatin, ölümünde biraktigi kütüphânede yedi bin cild kitap vardi. Hammer'in ifadesiyle "Bâyezid asrina seref veren altmis fakih arasinda ikisi diger bir sube-i malumatta yüksek söhret kazanmislardir. Buna göre II. Bâyezid çaginda tipta Hekimsah, matematikte ise Mirim Çelebi çok büyük söhret kazanmislardir. Yine bu zamanlarda, Tacî Bey'in iki oglu Cafer ve Sa'di'nin eserleri ile Osmanli yazisma (diplomatik, insa, protokol) modelleri iki iyi örnek olarak taninmistir. II. Bâyezid devrindeki Nesrî ile Idris-i Bitlisî'yi de burada tekrar hatirlamak gerekir. Bâyezid'in, edebiyat sahasindaki himayesi, yabanci ülkelere, hatta Horasan ile Iran'in diger vilayetlerine kadar genislemisti. Büyük sair ve mutasavvif Abdurrahman Câmi ile büyük bilgin Fakih Devvânî'ye her yil para gönderiyordu ki bu, ilki için bin,ikincisi için de besyüz altin idi. Bu arada Iran Müftüsü Mevlânâ Seyfeddin ahmed ile Hadis âlimi Cemaleddin Ataullah da padisahin ihsanlarindan pay alip faydalaniyorlardi. Kaynaklarimiz, Ibn Kemâl veya Kemâl Pasazâde diye büyük bir sahsiyetten bahsederler. 16 Nisan 1534'te vefat ettigi zaman ebced hesabiyle "Ilimler Kemâl ile göç etti"ifadesiyle tarih düsülmüstü. Bu ifadelerle düsürülen tarih, onun ilimlerdeki maharetini göstermeye yetmektedir. Gerçekten de, onun ilmî sahsiyeti hakkinda söyle denilmektedir: "Kemal Pasaoglu, eserleri ve fikir savaslari bakimindan Osmanli tarihinin mühim sahsiyetlerinden biridir. Dinî, edebî, lisanî konularda büyük eserleri, büyük ve mühim bir Osmanli tarihi, siirleri, yüzlerce risâle ve makalesi vardir. Savasi, Safevîlerin, Anadolu Türklerini bölecek bir siddetle yaptiklari propagandaya karsi olmus. O, sonu siyasî parçalanmalara kadar varacak olan dinî ayriliklari önlemistir. Bu bakimdan hizmeti çok büyüktür. Birçok eseri vardir. Bunlardan Kur'an, Hadis ve Islâm Hukuku ile ilgili olanlarin sayisi 63 rakami ile ifade edilmektedir." Son derece vakur, sade giyinen, âbid ve zâhid bir insan olan Seyhu'l-Islâm Ebu's-Suûd Efendi, bir hukukçu olarak fikih ve fetva alaninda Islâm Hukuku'nun Osmanlilardaki uygulamasina büyük katkilarda bulunmustu. Tarihteki Islâm devletleri içerisinde, en fazla gayr-i müslim tebea (zimmî) barindiran Osmanli Devleti'nin, idarî kadrosunda da bulunan Ebu's-Suûd Efendi, fetvalarinda örf ve âdetleri de hesaba katarak uygulanabiliri tercih etmistir. Bu yüzden onun fetvalari, kanun hükmünde sayilmistir. 30 yila yakin (28 sene 11 ay) Seyhülislâmlik makaminda bulunan Ebu's-Suûd Efendi, basta padisah olmak üzere, saray ve divân erkâni tarafindan sevilip sayilan bir kimse olmustur. O, durmaksizin çalismis, kitaplar yazmis, hergün fetvalar vermis, fethedilerek devletin sinirlarina yeni katilmis olan eyâlet, bölge ve sehirlere ait kanunlastirma hareketlerinin içinde, çogu zaman da basinda olmustur. Nitekim Üsküp ve Selanik kanununun basina koydugu mukaddimesinde arazinin mirî olus sebeplerinden bahsederek, Osmanli arazisinin büyük bir kisminin, mirî arazi sekline dönüstürülmesini saglamistir. Bilindigi gibi gerçek ilim adami, toplumun kültürel varliklarini koruyan, yayan ve onlari yasatan kimselerin basinda gelir. Ilim adami, engin bilgisi ve kültürü ile ister halk, ister belli bilgi birikimine sahip kesimlere sesini duyurabilmeli, verecegi mesaj, toplum ve devlet idaresinin ana ilkelerini belirleyebilmelidir. Bu anlayisin meydana getirdigi hareket sayesindedir ki, asirlar boyu, Müslüman Türk devlet geleneginde âlime büyük bir deger verilmis, fikir ve düsüncelerine saygi gösterilmistir. Tarihimizde ve özellikle XV - XVI. asirlardaki Osmanli dünyasinda, ilim-idare isbirligi, baska bir ifade ile kültür devlet bütünlesmesini son derece belirgin ve çarpici örnekleriyle görmekteyiz. Öyle ki, âlim, bilgisini büyük ve mamur ülke yönünde gelistirirken, idareci de kültürel suura sahip güçlü devlet idealini, yönetici olmanin temel sarti bilmistir. Iste bu karsilikli ortak anlayis, bir yanda güçlü devlet adamlari çikarirken, bir yandan da kuvvetli ilim adamlarini fikir ve kültür hayatimiza kazandirmistir. Fikir hayatimiza damgasini vuran birçok ilim ve din adami arasinda en ünlüsü, kuskusuz XVI. asra maddî ve manevî damgasini vuran Ebu's-Suûd Efendi'dir. Kaynaklara göre, döneminde kalemle kilici birlestirmis, servet ve makamin imkânlarini en iyi sekilde ve ilmin hizmetinde kullanarak ölmez eserler ortaya koymustur. Tefsiri, kendisine hakli bir söhret kazandirmis ve kendisine "Hatibu'l-Müfessirîn" ünvanini verdirmistir. Padisahlardan, Kanunî Sultan Süleyman'in Ebu's-Suûd Efendi'ye gösterdigi hürmet anilmaya deger. O, Kanunî döneminin en çok sözü geçen sahsiyetlerinden biri oldugu halde, politik islere karismaktan uzak durmustu. Kanunî, zaman zaman onun görüslerine basvurmus ve ugurlu olacagi düsüncesiyle Süleymaniye Câmii'nin temel atma törenlerinde, mihrabin temel tasini ona koydurmustur. Kanunî'nin, Nis'ten yazip kendisine gönderdigi ve "Halde haldasim, sinde sindasim, ahiret karindasim, Tarik-i Hak'da yoldasim Molla Ebu's-Suûd Efendi Hazretlerine..." diye baslayan mektubu, Ebu's-Suûd Efendi'nin hükümdar tarafindan ne kadar sevilip sayildigina isaret etmektedir. Kendisine gösterilen bu saygi herhalde onun ilminden ileri geliyordu. Bu saygi ve hürmet sadece hükümdar tarafindan degil, bütün devlet erkâni tarafindan gösteriliyordu. Bu arada Devlet, onun ilmî faaliyetlerine yardimci olmak için her türlü kolayligi gösteriyordu. Nitekim 972 (1564-65) tarihli bir hükümden anlasildigina göre Rodos Medresesi Müderrisi olan Bedreddin'in, Ebu's-Suûd Efendi'nin talebi üzerine onun yaninda tefsir kitabetinde bulunmak üzere Istanbul'a gelmesi gerektigi bildirilmektedir. Ebu's-Suûd Efendi'den bahsederken, Osmanli dönemi ilmiye sistemindeki mülazemetten söz etmemek mümkün degildir. Zira, medrese ile egitim ve ögretimi yakindan ilgilendiren bu sistem bilinmeden, ilmiye tariki denilen bu meslek, pek kolay anlasilmaz. Baslangiçta Osmanlilarda medrese mezunu az oldugundan mezunlarin beklemesi söz konusu degildi. Mezun sayisi, ihtiyaçtan fazla olunca yigilmalar meydana gelmis,bu ise bir süre beklemeyi ve bu arada staji gerektirmistir. Böylece mülazemet sistemine özellikle XVI. asirdan itibaren ihtiyaç duyulmustur. Mülazemet sistemi ile ilgili kaideler, eskiden beri mevcud olmakla birlikte, aday sayisinin azligi sebebiyle titizlikle tatbikine lüzum görülmemisti. 1540'larda medrese mezunlarinin izdihami yüzünden mezunlar, ugradiklari bazi haksizliklar üzerine sikâyetlerini Kanunî'ye iletmisler, hükümdar bu çok önemli konunun yeniden nizama konulmasi isiyle devrin Rumeli Kadiaskeri Ebu's-Suûd Efendi'yi görevlendirmisti. Ebu's-Suûd Efendi, temel prensipleri belirleyerek ulemanin bulunduklari makamlara göre hangi vesileler ile ne kadar medrese mezununu mülazim olarak verebileceklerini bir sisteme baglamisti. Kanunî de bu yeni düzenlemeye hakkiyle riayet edilmesini israrla emretmistir. Daha sonraki Osmanli padisahlari da ilmiye mesleginin temelini olusturan mülazemet sistemine uyulmasini, tekrar tekrar ilgililere fermanlarla duyurmuslardi. Ebu's-Suûd Efendi'nin yeniden nizama koydugu bu sisteme göre, Mevâli'nin yani yüksek ilmiye mansiblarinda bulunan ricalin her biri için, kontenjanlar belirlenmistir. böylece Seyhülislâm, Padisah Hocalari, Kadiaskerler, Nakibu'l-Esraf, büyük sehirlerin kadilari, büyük sehir müftüleri, önemli medreselerin müderrisleri, çesitli vesileler ile her biri kendileri için belirlenen kontenjan nisbetinde medrese mezunu talebeyi mülazim yaparlardi. Yani müderrislik ve kadilik meslegine baslamak üzere staja baslatmis olurlardi. Mülazemet çesitli vesileler ile verilirdi. Bunlarin baslicalari mutad olarak belirli araliklarla mülazemet, padisah cülûsü, ulemadan birinin önemli bir göreve tayini, meshur ulemadan birinin ölümü ve baska münasebetlerle mülazemet verilmesi idi. Bir defada verilen mülazemet miktari farkli olabilmekte idi. Nitekim XVI. asra ait mülazemet kayitlarinda bir defada ortalama 150-200 civarinda danismende mülazemet imkâni dogdugu görülmektedir. Bu uygulama sayesinde Osmanli egitim ve ögretim sisteminde bir gelismenin oldugu ve günümüzün tabiri ile lisans sonrasi yüksek lisans veya doktora diyebilecegimiz bir ögretimin mevcud bulundugu görülmektedir. Bu sistemin gelistirilmesi de Ebu's-Suûd Efendi vasitasiyla olmustu. Ebu's-Suûd Efendi, Seyhülislâmligi dönemindeki ilmî ve dinî faaliyetleri yaninda Tefsir, Hadis ve Islâm Hukuku sahalarindaki çalismalari ile de dikkat çekmektedir. Onun, "Irsâdu'l-Akli's-Selim ilâ Mezâya'l-Kitâbi'l-Kerîm" adini tasiyan tefsiri, bütün bir Islâm dünyasinca bilinmektedir. Ebu's-Suûd Efendi'nin adini ebedîlestiren ve ününü dünyaya duyuran bu tefsiridir. Bazi bilginlere göre kaynaklarini da asan bu tefsir, günümüz üniversitelerinde hâlâ büyük bir kaynak ve müracaat kitabi olarak mütalaa edilmektedir. Osmanli medreseleri ile hususi yerlerde, dönemin bilinen ilimlerinin tahsil edildigini ve bunun bir ibâdet sevki ile yapildigini söylemeye gerek duymuyoruz. Zira Hz. Peygamber'in ilim hakkindaki genel ifadeleri, Müslüman Osmanli dünyasini bu yöne kanalize etmisti. Gerçekten, gerek mahlukat, gerekse Allah'a karsi vazifelerin yerine getirilebilmesi, bazi ilimlerin bilinmesine baglidir. Din, tip, astronomi, matematik, tarih ve cografya gibi ilimler bunlardan sadece bir kismidir. Dönemindeki dünya devletleri ile mukayese edildigi zaman XV ve XVI. asirlardaki Osmanli ilmî hayati, digerlerine göre çok gelismis ve fevkalâde ileride görülür. Biraz önce, Osmanli dünyasinda din ve hukuk alaninda söhret kazanmis birkaç âlimden söz ettik. Halbuki XV ve XVI. asirlardaki Osmanli Seyhülislâmlari'na bakildigi zaman, tamaminin dönemlerine göre büyük birer kiymet olduklari görülür. Dinî sahada böyle degerleri yetistiren Osmanli, baska sahalarda da ünlü isimler çikarmistir. Biz, bunlardan -dinî ilimler hariç- sahalarina göre birkaçinin isim ve eserlerini vermekle o asirlardaki gelismenin derecesi hakkinda bir fikir vermeye çalisacagiz. Tarih: Bilindigi gibi tarih ilmi, Islâm'in ilk dönemlerinden itibaren üzerinde durulan önemli bir koldur. Öyle anlasiliyor ki, Islâm'in zuhurundan sonra Müslüman milletlerin, tarihle ugrastiklari kadar hiç bir millet ugrasmamistir. Ibret alinmasi ve bazi Kur'an âyetleri ile Hadis'lerin yorumlanabilmesi bu ilim sâyesinde mümkün olmustur. Bu sebeple tarih ilmi gerek Osmanlilarda, gerekse diger Müslüman devletlerde büyük bir gelismeye mazhar olmustu. Bu bakimdan Osmanli dünyasinda tarih ilmi bir hayli mesafe katetmisti. Bununla beraber, sunu da belirtmek zorundayiz ki Osmanli tarihçiligi XV. yüzyilin ortalarina dogru baslamisti denebilir. Bu tarihten önce yazilan vekayi, hem az, hem de bir mübhemlik arzeder. Bu bakimdan Ahmedî'yi bir kenara birakacak olursak, derli toplu yazilmis olani Âsik Pasazâde'nin Tevârih-i Âl-i Osman isimli eseridir diyebiliriz. Bu eser, mühim bir tarihtir. Âsik Pasazâde, ilk Osmanli vekayiini babasindan naklen Bursa'da Orhan Gazi Camii Imami Yahsi Fakih'ten nakletmistir. Fâtih Sultan Mehmed zamaninda yasayan Kâsifî'nin Gazanâme-i Rum isimli bir tarihi ile içinde Osmanli vekayii bulunan Abdurrahman Bistamî'nin, II. Murad zamaninda yazdigi eser, Osmanli tarihine ait bazi kisimlari ihtiva etmektedir. Bundan baska, Mevlânâ Sükrullah'in (öl. 868/1464'den sonra) Farsça yazdigi Behcetü't-Tevârih isimli eserin sonunda Fâtih Sultan Mehmed'in cülûsuna kadar gelen muhtasar bir Osmanli tarihi vardir. XV. yüzyilin son yarisi içinde Enverî tarafindan yazilarak kismen Osmanli tarihinden bahseden ve Vezir-i A'zam Mahmud Pasa'ya ithaf olunan Düstûrnâme, Tâcizâde Cafer Çelebi'nin Istanbul Fetihnâmesi, Dursun Bey'in Târih-i Ebu'l-Feth isimli tarihi ile Fâtih'in son Vezir-i A'zami olan Karamanî Mehmed Pasa'nin Nisanci iken yazdigi Arabça Osmanli Tarihi'ni görmekteyiz. Son iki eser Fâtih devrine aittir. XV. asir ortalarinda Rum beylerinden Imroz'lu Kritovulos, Fâtih Sultan Mehmed devrinin bir kisim vekayiini Rumca olarak "Târih-i Sultan Mehmed Han-i Sâni" ismiyle kaleme alarak padisaha takdim etmisti. Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Sehdî isminde bir sair, Âl-i Osman tarihini Sehnâme tarzinda yazmaya baslamis ve on bin beyitten daha fazla nazmetmisken vefati üzerine eseri yarim kalmistir. XV. yüzyilin sonlariyla XVI. yüzyil baslarinda -bilhassa Sultan II. Bâyezid devri- Osmanli tarihi yazanlar çogalmis, gerek nazmen gerekse nesren müellifleri malum ve meçhul bir hayli tarihî eser kaleme alinmistir. Bunlar içinde Âsik Pasazâde, Nesrî Mehmed Efendi, Katip Ruhî, Behistî ve Oruç Bey gibi isimleri zikredebiliriz. Osmanli tarihçiligi hakkinda daha fazla teferruata girmeden sadece XV ve XVI. asirlarda yetisen bazi tarihçi ve tarihle ilgili eserlerinin isimlerini vermekle yetinmek istiyoruz. Böylece ilmin bu dalinda yetisen ünlü isimleri ve eserlerini görmüs olacagiz: Tarihçi Eseri 1. Enverî Düstûrnâme 2. Sükrüllah Behcetu't-Tevârih 3. Dursun Bey Târih-i Ebu'l-Feth Sultan Mehemmed Han 4. Oruç Bey Tevârih-i Âl-i Osman 5. Âsik Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman 6. Nesrî Mehmed Cihannüma 7. Idris-i Bitlisî Hest Behist (Sekiz Cennet) 8. Kemal Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman 9. Sücûdî Selimnâme 10. Celâlzâde Mustafa Selimnâme 11. Hoca Sa'düddin Efendi Tâcü't-Tevârih 12. Bostan Çelebi Süleymannâme 13. Matrakçi Nasuh Süleymannâme 14. Gelibolu Mustafa Âli Künhu'l-Ahbar 15. Selanikî Mustafa Efendi Târih-i Selanikî. Cografya: Osmanlilar, cografya ilminde de önemli mesafeler katedip bu ilmin gelismesine hizmet etmislerdi. Bu devlette cografya ile ilgili eserlerin yazilmasi XV. asrin ortalarindan itibaren, fetihlerin artmasina paralel olarak artis göstermistir. XVI. asirda ise önemli ve mükemmel eserler meydana çikmistir. Bu mükemmeliyet XVII. asrin son yarisina kadar devam etmistir. Fâtih Sultan Mehmed, Batlamyus'un cografyaya ait levhalarini tedkik ederek, bunlarin aslina uygun ve anlasilir bir sekilde tertip ve düzenlenmesini emretmistir. Bu hususta hiç bir fedakarliktan da kaçinmamistir. Bilindigi kadari ile en eski Türkçe cografya kitabi Yazicizâde Ahmed Bican Efendi tarafindan 857 (m. 1453)'de Gelibolu'da tercüme suretiyle kaleme alinanidir. Ahmed Bican Efendi, bunu Kazvinî'nin "Acaibu'l-mahlukat" adli eserinden tercüme etmistir. Ancak XVI. yüzyilin ortalarinda Osmanli ülkesinde ünlü bir denizci ve haritaci ile karsilasiyoruz. Pirî Reis adini tasiyan bu ünlü denizci ve haritacinin tamamen orijinal olan dünya atlasinin sadece birkaç parçasina sahip bulunmaktayiz. 1515'te ceylan derisi üzerine çizilmis bulunan dünya haritasi, 1517'de Yavuz Sultan Selim Han'a sunulmustur. Burada Pirî Reis'in "Kitab-i Bahriye'sini de zikretmek gerekir. Kitab-i Bahriye, orijinal bir cografya kitabi olup, haritacilik bakimindan da önemli bir gelismislik örnegini teskil etmektedir. Mütehassislar tarafindan o tarihlerde Avrupa'daki haritalarin en mükemmeli olduguna isaret edilmektedir. Kitabu'l-Bahriye, Türkçe'deki ilk deniz atlasi ve portulani (rehber)dir. Ak Deniz çevresini, hem kendisinin genis tecrübesi ve hem de simdi çogu kaybolmus eski haritalara dayanarak kiyi, köse, liman, sahil, sehir ve kasaba tanitir. Ilkin 1521'de telif edilmis, daha sonra yeniden genisletilip 1525'de Damad Ibrahim Pasa araciligi ile Kanunî Sultan Süleyman Han'a takdim edilmistir. Kitab-i Bahriye'nin tibki basimi 1935 yilinda Istanbul'da yapilmistir. Kitab, manzum bir önsözle baslayip yine manzum bir sonuçla biter. Önsöz dikkatli bir sekilde okunursa, yazarin kuvvetli bir arastirma ve ince bir gözlem kudretiyle zamaninin cografya eserlerini ve gezdigi her yerin durumunu inceleyerek eserini yazdigi anlasilir. XVI. yüzyilin denizcilerinden Seydi Ali Reis'in vücuda getirdigi Atlas'i (Muhit) pek degerlidir. Pirî Reis'ten sonra Süveys kaptani olan Galatali Seydi Ali Reis (öl. 970 = 1562) Umman ve Hind denizlerindeki seferleri sonucunda bas tarafi kozmografya ve bunun kaidelerinden, diger kisimlari da Kizildeniz, Aden ve Basra körfezleri ile Umman denizi ahvalinden bahseden mükemmel bir eser vücuda getirmistir. Bu eser, Hammer tarafindan Almanca'ya tercüme edilmistir. XV ve XVI. yüzyil Osmanli cografyacilari ve eserleri hakkinda bilgi veren pek çok kaynaga sahip bulunmaktayiz. Ancak konuyu daha fazlauzatmamak için bunlardan bir kisminin sadece isim ve eserlerini vermekle yetinmek istiyoruz: Cografyaci Eseri 1. Ahmed Bican Acaibu'l-Mahlukat 2. Muslihiddin Mustafa b. Vefa Mülheme-i Seyh Vefa 3. Kemal Reis Tuhfetu's-Selâtin 4. Ali Ekber Hitaî Hitaynâme (Çin'e seyahati anlatir) 5. Pirî Reis a. Dünya Haritasi b. Kitab-i Bahriye 6) Seydi Ali Reis a. Mir'atu'l-Memâlik b. Muhit 7. Müneccim Ahmed b. Ali Kanun fi'd-Dünya 8. Ali Macar Reis 7 haritali bir kolleksiyon 9. Sipahizâde Ahmed b. Ali a. Esmau'l-Buldan b. Evzau'l-Mesâlik ilâ Marifeti'l-Buldan 10. Kadi Abdurrahman Acaibu'l-Uzma (genisletilmis tercüme) Astronomi: Tarihimizde "Hey'et" veya "Ilm-i Hey'et" ismi ile anilan astronomi, riyazî ilimler cümlesinden oldugundan Osmanli medreselerinde matematik ve geometri ile birlikte okutulmaktaydi. Osmanlilarda astronomi, esasli olarak Ali Kusçu'nun ülkeye gelmesiyle baslar. Ali Kusçu'dan sonra Osmanli ülkesinde astronomi ve matematik ilimlerinin ilerlemesi için en çok çalisanlardan biri de Mirim Çelebi diye söhret bulan Mahmud b. Mehmed'dir. Kadizâde-i Rumî ile Ali Kusçu'nun torunudur. Hocazâde ile Sinan Pasa'dan ders görmüstür. Matematik, astronomi ve usturlaba dair eserler yazan bu bilgin astronom, Sultan II. Bâyezid'in emriyle Ulug Bey Zic'ine "Düstûru'l-Amel ve Tashihu'l-Cedvel" adiyla Farsça bir serh yazmistir. Yazar, eserde didaktik bir yol takip etmistir. Nitekim bir derecelik bir yayin sinüsünü hesab etmek için çok açik misallerle bes sistem göstermistir. Mirim Çelebi, kendisini çok seven ve takdir eden Yavuz Sultan Selim (bu dönemde Anadolu kadiaskerligine kadar yükselmisti.) adina Ali Kusçu'nun Fethiye'sine bir serh yazmistir. Ali Kusçu ve yetistirmis oldugu astronomlardan sonra bu ilimde ilk ciddi gelisme hamlesine 1577 senesinde tesadüf edilmektedir. Zira bu yilda Takiyüddin Mehmed b. Maruf'un gayretiyle Osmanli Devleti'nde ilk rasathane kurulmustur. Takiyüddin'in bu rasathânesi, Tycho Brahe'nin Uranniborg (XVI. yüzyil),Ulug Bey'in Semerkand (XV. yüzyil) ve Nâsiruddin Tûsî'nin Meraga (XIII. yüzyil) rasathâneleriyle karsilastirilabilecek nitelikte mühim bir rasathânedir. Osmanlilarin ilk rasathânesinin bilimsel seviyesinin ortaya konulmasi, bilim tarihimiz bakimindan ayri bir önem tasimaktadir. Bu sebeple, o dönemin çagdas bir rasathânesiyle Takiyuddin'in kurdugu rasathânenin mukayesesi degerlendirmeye katkida bulunacaktir. Gerçekten, Avrupa'nin ilk ortaçag rasathanesi Tycho Brahe'ninkidir. Ayrica, büyük bir tesadüf eseri olarak her iki rasathâne de hemen hemen ayni yillarda kurulmustur. Dönemin, bu ilimdeki gelismisligini ortaya koyabilmek için iki rasathâneyi mukayese etmek gerekir. Takiyüddin'in rasathânesi ile ilgili bilgi, III. Sultan Murad'in Sehnâmesi'nde ve "Âlat-i Rasadiye li zic-i Sehinsahiye"de bulunmaktadir. Tycho Brahe ise 1598'de yayinladigi "Astronomiae Instauratae Mecanicae" adli eserinde aletlerini, gözlemlerini ve astronomiye katkisini ayrintilari ile açiklar. Bir rasathânenin bilimsel seviyesi, orada insa edilen ve kullanilan âletlerin mükemmelligine, yapilan gözlemlerin niteligine ve ayrica mevcud astronomlarin evrensel çalismalarina baglidir. Sehnâmedeki resimden anlasildigina göre 16 astronom veya görevlinin çalistigi rasathânedeki bütün aletler, bizzat Takiyüddin tarafindan imal edilmislerdi. Osmanli dönemindeki astronomi ile ilgili bu kisa malumattan sonra, XV ve XVI. asirlarda yetisip eser yazmis olan astronomlarindan birkaçini buraya alabiliriz: Astronom Eseri 1. Abdülvacib b. Mehmed a. Manzume fi'l-Usturlâb b. Meâlimu'l-Evkat 2. Hüsameddin Tokadî Kavs-i Kuzeh (Gökkusagi hakkinda) 3. Ali Kusçu a. Hallu Eskâli'l-Kamer b. Meserretu'l-Kulûb c. Risâletu'l-Fethiyye 4. Sinan Pasa a. Fethu'l-Fethiyye b. Risâle fî halli Eskâl-i Muaddili Utarid. 5. Hüseyin b. Hasan el-Konevî Ravzatu'l-Müneccimîn 6. Bedreddin Mehmed Mardinî a. ed-Dürrü'l-Mensûr b. el-Fethiyye fî Ameli'l-Ceybiyye 7. Hoca Ataullah Acemî a. Risâle fî Ilmi'l-Evzân b. Usturlab 8. Mehmed b. Kâtib Sinan a. Hediyetu'l-Mülûk (II. Bâyezid için kaleme alinmistir.) b. Mizânu'l-Kevâkib (Kanunî'ye takdim) c. Muvazzihu'l-Evkat fî Marifeti'l-Mukantarat 9. Sinaneddin Yusuf Serhu'l-Fethiyye 10. Müeyyedzâde Abdurrahman Ef. Risâle fî Küreti'l-Müdahrece 11. Sinaneddin Yusuf Acemî Risâle fi'l-Hey'e 12. Mirim Çelebi a. Düstûru'l-Amel b. Risâletu'l-Ceyb c. Risâle fi'l-Kible d. Risâle fi'l-Usturlâb 13. Mirim Kösesi Mehmed Ef. Kitab fî Ilmi'l-Hey'e 14. Muslihiddin Larî a. Serhu Risâle fi'l-Hey'e b. Tezkire fî Ilmi'l-Hey'e 15. Muvakkit Mustafa b. Ali a. A'lamu'l-Ibâd fî Ahbari'l-Bilâd b. A'mal-i Usturlâb c. Risâletu'l-Mikat fî Ilmi'l-Evkat 16. Perviz Efendi Mirkau's-Semâ 17. Takiyuddin Mehmed a. Âlâtu'r-Rasadiye li Zic-i Sehinsahiye b. Behcetu'l-Fikr fî Haleti's-Sems ve'l-Kamer c. Cedavilu Rasadiye d. Gurubu Semsin Sebebi ve Teahhuru e. Hülasetu'l-A'mal fî Mevakiti'l-Eyyam ve'l-Leyâl Tip: Osmanli ülkesinde gerek sivil, gerekse askerî hayatta büyük ragbet görerek gelisen ilim subelerinden biri de tiptir. Osmanli padisah ve idarecilerinin baska ülkelerden gelen hekimlere olan iltifatlari ile onlara sagladiklari imkhanlar ve Müslüman hekimlerin yetisip çogalmasina hasredilmis hastahânelerin kurulmasi (vakfiye sartlarina göre gayr-i müslim hekim tayin edilemez) tabâbetin inkisafina sebep olmustur. Osmanli tabâbetine hem hastahâne, hem de tip medresesi olarak hizmet eden Bursa Dâru't-Tibbi, Osmanli Devleti'nin ilk saglik tesisidir. Uludag eteklerinde, havadar ve genis bir arazide iki katli olarak insa edilen hastahânenin genis bir bahçesi vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi. Bu ilk Türk tip müessesesi, kisa zamanda öyle bir söhret kazandi ki, meshur tabiblerden bir çogu buranin kadrosuna dahil olabilmek için gayret sarf ediyordu. Bilinen kadari ile Anadolu'da Türkçe yazilmis en eski tip kitaplari ancak XIV. yüzyila kadar çikabilmektedir. Eski Anadolu türkçesi döneminde XIII. yüzyildan baslayarak dinî ve edebî ürünlerin yazilmis oldugu gözönüne alindiginda tipla ilgili eserlerin oldukça geç bir tarihte yazilmaya baslandigi görülür. Bunun en önemli sebebi Anadolu Selçuklu Devleti zamaninda bilim dilinin Arapça olmasidir. Anadolu Beylikleri döneminde Türkçe'ye verilen önem artinca dinî ve edebî sahalarda oldugu gibi tip konusunda da Türkçe eserlerin yazildigi görülür. Bu bakimdan burada Aydinoglu Beyligi'nin adini zikretmek gerekir. Osmanli döneminin ilk Türkçe telif tib kitabi olarak kabul edilen "Havâsu'l-Edviye"yi te'lif eden Ishak b. Murad ile Amasya Hastahânesi bashekimi Sabuncuoglu Serafeddin ve Sultan II. Murad adina 841 (m. 1437)'de "Zahire-i Muradiye" adli büyük tip kitabini yazan Sinoplu Mü'min b. Mukbil, sonradan Osmanli Devleti'ne gelip hizmet eden tabiblerdir. Fâtih Sultan Mehmed devri, tibbî faaliyet ve gelismeler bakimindan önemli bir devirdir. Fâtih, saglik islerini organize eden ve o günün sartlarina göre çok ileri bir zihniyetin anlayisi oldugu anlasilan Hekimbasilik (Reisu'l-Etibba) müessesesini kurarak, basina Kutbeddin Ahmed'i getirmisti. Musikî, su sesi ve çiçeklerle de tedavi sistemini gelistiren Osmanli tip dünyasinda yeni metodlarla bazi hastaliklara tedavi uygulandigi görülmektedir. Arastirma alanimizin disinda kalan bu konuda daha fazla teferruata girmeden sadece bazi tabiblerimizin hangi eserleri nasil meydana getirdikleri ve hangi hastaliklara çare bulduklarina kisaca temas edecegiz. 873 (m. 1468)'de Amasya'li Sabuncu oglu Serafeddin b. Haci Ilyas'in, okudugu kitaplarla tecrübelerine dayanarak onyedi bâb üzerine te'lif ettigi tib kitabi dahilî ve haricî tedavi yollarini göstermektedir. Ahmedî'nin "Tervihu'l-Ervah" adli manzum tib kitabi XV. yüzyilin ortalarina dogru yazilmistir. Bu eserde, anatomiye ait kisa bilgiler verildikten sonra birer birer hastaliklarin tedavisinden bahsedilmektedir. XV. asir sonlari ve XVI. asir baslarinda yazildigi tahmin edilen "Yadigâr-i Ibn Serif" adli tibbî eser, havadan, sudan, yiyecek, içecek, spor ve hastaliklarin arâzindan bahseder. Halka göre yazildigi için pek çok nüshasi bulunan bu eserde, özellikle Gelibolu'dan bahsedilmektedir. Bu da müellifin Gelibolu'lu veya oraya yerlesmis bir kimse oldugunu göstermektedir. Eserde, hastaliklarin belirti ve ilaçlarindan bahsedilmektedir. Eser, Ibn Sina'nin Kanunu ile Ibn Baytar'in Müfredat'indan da istifade edilerek kaleme alinmistir. Daha önce kisaca temas edildigi gibi Osmanli Devleti, dis ülkelerden kendisine iltica eden veya herhangi bir sekilde gelen tabiblere fazlasiyla ragbet gösteriyordu. Nitekim Timurlulardan, Ebu Said'in tabibi Kutbeddin Ahmed (öl. 903 H. = 1497 M.), efendisinin, Uzun Hasan'a esir düsüp öldürülmesinden sonra Osmanlilara iltica etmisti. Osmanlilar, kendisine büyük bir ilgi göstererek yevmî (günlük) besyüz akça üzerinden maas baglamislardi. Bunun disinda ayrica her ayda 20 bin akça gibi gayet yüksek bir meblag vermislerdi. Böyle bir ragbet, disaridan bir hayli tabibin gelmesine vesile olmustu. Nitekim, Sirvan'li Hekim Sükrullah, Hoca Ataullah, Hekim Lâri, Hekim Arap, Tebriz'li Kemal gibi isimler, burada ilk akla gelenler olarak zikredilebilir. Böylece Osmanli bir mânâda disardaki beyin göçünü ülkesine dogru hizlandirmak suretiyle bu bransin kendi topraklarinda inkisaf edip gelismesini sagliyordu. Bu tabiblerden baska, nebatî tipla mesgul olan Altunîzâde (öl. XV. yüzyil sonlari) ayni zamanda operatörlük yapabilecek bilgi ve beceriye sahipti. Bunun, idrar darligi çekenlere sonda ameliyati yaparak muvaffak oldugunu Sakaik-i Numaniye'den ögrenmekteyiz. Bu arada, XVI. asir baslarinda Necmeddin Mahmud'un "el-Hâdî fî ilmi'z-Zâdî"adli eseri, "Mecmau'l-Mücerrebât" adiyla ve ilavelerle Türkçe'ye çevrilmistir. Izmitli Muhyiddin Mehmed (öl. 910 H. = 1504 M.), Amasya'li Tabib Mehmed b. Lütfullah ile Haci Hekim (öl. 913 H. = 1507 M.), lugat ilminde Bahru'l,Garaib ve tiptan Kasimiyye müellifi Amasya'li Halimî (öl. 882 H. = 1478 M.'den sonra), tip, matematik ve edebiyatta söhret sahibi olup teshil adli eserini yazan Perviz b. Abdullah (öl. 978 H. = 1570 M.) ve Tabib Tebriz'li Kemal'in oglu olup mesanedeki taslara dair Türkçe bir eser yazmis olan Ahi Ahmed Çelebi (öl. 930 H. = 1523 M.) bu tarihlerde yetismis olan belli basli tabiblerdendi. Bunlardan Muhyiddin Mehmed, Haci Hekim, Kaysunîzâde, Sinaneddin Yusuf ve Ahi Çelebi hekimbasilikta da bulunmuslardi. Ibn Kemal'in, "Rücûu's-Seyh ile's-Sabâ fi'l-Kuvveti ale'l-Bâ" isimli eseri, Arapça olup Yavuz Sultan Selim'in emri ile kaleme alinmistir. Ihtiyarlarin kuvve-i bahiyyesinin artirilmasina dairdir. Âli Çelebi tarafindan tercüme edilmistir. yukarida adi geçen Mehmed b. Lütfullah'in, II. Bâyezid'in oglu ve Amasya Valisi Sehzâde Ahmed adina "Müfredât-i Tip" tarzinda Arapça bir eseriyle, kendisini himaye eden Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi nâmina yine Arapça onyedi fasil üzerine mafsal hastaliklarina dair diger bir eseri vardir. 911 H. (1505 M.)'de Cerrah Ibrahim b. Abdullah tarafindan Yunanca aslindan tercüme edilmis olan "Alaim-i Cerrahîn" ve 967 H. (1559 M.)'de vefat eden Ilyas b. Isa'nin "Müfredât" isimli eserleri de XVI. yüzyilin ilk yarisina aittirler. Bu arada Atûfî Hayreddin'in (öl. 948 H. = 1541 M.)de "Hifzu'l-Ebdân" isimli bir eseri oldugunu belirtmek gerekir. Bu dönemin tibbî eserlerinden birisi de Yahudi Dotor adinda bir tabibin olup takriben 951 H. (1544 M.)'de ve Hekimbasi Kaysunîzâde zamaninda Kitab-i Asây-i Pirân isimli eseridir. Hekim Dotor'un dede ve babasinin Ispanya'da doktor olduklari belirtilmektedir. Ele aldigimiz asirlarda, Osmanli dünyasinda tip, eczacilik ve hastahânelerle ilgili büyük bir gelisme görülmektedir. Ser'iyye Sicili kayitlarinda da mesane ve ameliyatlarla ilgili bilgiler bulunmakla beraber biz, konuyu daha fazla uzatmamak için üzerinde fazla durmadik. Bununla beraber Osmanli dönemi Dâru's-Sifalari ve buralarda çalisanlar hakkinda kisaca bilgi vermek ihtiyacini duydugumuzu belirtmek isteriz. Böylece, nazarî tibbin yaninda amelî tibbin gerçeklestirildigi hastahaneler hakkinda da bilgi sahibi olmus olacagiz. Klasik Osmanli hastahaneleri olan Dâru's-Sifalarin mimarî özellikleri birçok arastirici tarafindan incelenmis olmakla birlikte buralarda yürütülen faaliyetler üzerinde yeterince çalisma yapilmadigi anlasilmaktadir. Osmanli Dâru's-Sifalarinin vakfiyeleri dikkatle incelendiginde bu vakfiyelerde klasik Osmanli hastahanelerinin yönetiminin yanisira hekim ve diger saglik mensuplari ile ilgili degerli bilgiler bulundugu görülür. Vakfiyelerde Dâru's-Sifadaki görev dagilimi, görevlilerde aranan nitelikler, sorumluluklari ve beklenen bilgi ve beceri seviyesi ile ilgili olarak bütün hizmetliler için ayri ayri teferruatli sartlar kosulmasinin, özellikle XV ve XVI. yüzyillarda bir Osmanli gelenegi oldugu anlasilmaktadir. Gerçekten Bursa Yildirim Dâru's-Sifasi (802/1400), Fâtih Dâru's-Sifasi (875/1470), Edirne II. Bâyezid Dâru's-Sifasi (889-893 / M. 1484-1488), Manisa Hafsa Sultan Dâru's-Sifasi (H. 946/M. 1539), Haseki Sultan Dâru's-Sifasi (H. 957/M. 1550), Süleymaniye Dâru's-Sifasi (H. 961/M. 1553-1559), Atik Valide Dâru's-Sifasi (H. 990/M. 1582) ve Sultanahmet Dâru's-Sifasi (H. 1018-1026/M. 1609-1617) gibi Dâru's-Sifalarin vakfiyeleri üzerinde yapilan bir arastirmaya göre Dâru's-Sifalarda hizmet etmek üzere tayin edileceklerde aranan nitelikler, sorumluluklari ve görevlileri tesbit edilmistir. Buna göre Dâru's-Sifa görevlileri, tabib, kehhal, cerrah ve yardimci saglik mensuplari, assab, edviye-kûb, tabbah, kayyum, kâse-kes ile ferras, âb-rîzî, câme-suy, dellak gibi temizlik hizmetlileri ve nâzir, vekilharç, kâtip gibi idarî yetkililer ile mahzenci, bevvâb, gassal ve imamdan olusurdu.* Müellif (tabib, doktor) Eseri Ahmedî a. Tervihu'l-Ervah b. Müntehab-i Sifa 2. Haci Pasa a. Kitabu'l-Feride b. Kitabu's-Saade ve'l-Ikbal c. Kitabu't-Ta'lim d. Sifau'l-Eskam ve Devau'l-Âlâm e. Müntehab-i Sifa 3.Seyhî Kenzu'l-Menafi' 4. Mü'min b. Mukbil a. Kitabu't-Tib b. Miftahu'n-Nur ve Hazainu's-Surûr c. Zahire-i Muradiye 5. Aksemseddin a. Kitabu't-Tib b. Maddetu'l-Hayat 6. Serafeddin Sabuncuoglu a. Cerrahiye-i Ilhaniye b. Mücerrebnâme 7. Bedr-i Dilsad a. Kehhalnâme b. Kemalnâme c. Muhtasaru't-Tib 8. Ibn-i Serif Yhadigâr-i Ibn-i Serif 9. Mehmed b. Lütfuullah a. Müfredat-i Tib b. Mafsal Hastaliklari 10. Sükrullah Sirvanî Ilyasiye fi't-Tib 11. Kaysunîzâde Mehmed Tib Mecmuasi 12. Halimî Lütfullah Efendi Kasimiyye 13. Hekimsah Mehmed Kazvinî a. Asbabu Sitteti'z-Zaruriyye b. Mucez Serhi c. Nasihatnâme 14. Ahi Çelebi a. Risâle-i Hassatu'l-Kilye ve'l-Mesâne b. Mucez Tercümesi 15. Kaysunîzâde Mehmed b. Mehmed a. ed-Dürretu'l-Muntahab b. Düsturu'l-Bimâristan c. Düsturu't,Tibbi'l-Misbah d. Zâdu'l-Mesir fî Ilaci'l-Bevâsir 16. Atufî a. Hifzu'l-Ebdân b. Ravzu'l-Insan fî Tedabir-i Sihhati'l-Ebdân 17. Ilyas b. Isa Müfredât 18. Nidaî a. Baytarnâme b. Manzume-i Tib c. Menafi'n-Nâs d. Tababet-i Beseriye ve Baytariyye 19. Hekim Dotor Asay-i Pirân 20. Takiyüddin Sirazî Enisu'l-Etibba fi't-Tib 21. Mehmed Efendi Menbau'l-Hayat 22. Davud Antakî a. Bugyetu'l-Muhtac b. ed-Durretu'l-Muntahab c. Elfiye fi't-Tib d. Letaifu'l-Minhac e. Mecmau'l-Menafii'l-Bedeniyye Riyâziye:
Kâtip Çelebi'ye göre "Riyâziye" hendese (geometri), hey'et (astronomi), hesab (matematik) ve musikî dallarina verilen müsterek bir tabirdir. Günümüzde, bu ilimlerin her biri müstakil birer brans olarak varliklarini sürdürmektedirler. Bu bakimdan biz riyâziye bahsinde sadece aritmatik, geometri ve cebir gibi sayi ve ölçü temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen matematik ilminden bahsetmek istiyoruz. Osmanli Devleti'nin kurulusu ile beraber, ahenkli bir sekilde tesis edilen ilmî müesseseler arasinda Iznik ve Bursa medreseleri ilk sirayi alirlar. Bu ilk Osmanli medreselerinde fikih denilen Islâm hukuku ile kelâm yaninda aklî ilimlerden mantik ve riyazatin da ihmal edilmedigi anlasilmaktadir. Adivar, su ifadelerle konuya bir açiklik getirmek ister: "Bu ilk medreselerde ne okutuldugunu açik bir sekilde bilmek pek faydali olabilirdi. Fakat bu hususta kesin bilgilere sahip olmamakla birlikte, o vakitler hemen bütün ilim kitaplari Arapça yazilmis oldugundan, medreseler programinda bu dilin önemli bir yer tuttugu muhakkak olup, fikih ve kelâm yaninda aklî ilimlerden mantik ve matematigin de tamamiyle ihmal edilmedigi kestirilebilir." Muhtemelen, Adivar'in bu görüsünü oldugu gibi benimseyen ve buna ilavelerde de bulunan Sehabettin Tekindag da konu ile ilgili olarak sunlari yazar: "Bununla beraber diger Anadolu medreselerinde oldugu gibi fikih ve kelâm yaninda, aklî ilimlerden mantik ve riyazatin da ihmal edilmedigi kestirilebilir. Nitekim Bursa'da dogan Türk riyazeci ve astronomu Kadizâde-i Rumî, Semerkand'a giderek Semerkand Rasathanesi müdürlügüne ve Semerkand Medresesi reisligine getirildi." O, Iznik'teki Orhan Gazi Medresesi'nden bahsederken de asagidaki bilgileri vermek suretiyle bu dönemde aklî ilimlerin ileri bir seviyede olduguna isaret eder: "Ilk Osmanli Medresesi, Iznik'te Orhan gazi tarafindan kurulan ve Iznik Orhaniyesi adini alan medresedir. Orhan Gazi, gerekli vakiflarini yaptigi Iznik Orhaniyesi'nin müderrisligine naklî (ulûm-i ser'iyye) ve aklî (hikmet-i ameliye - hikmet-i nazariye) ilimlerde mütehassis bir bilgin olan Kayseri'li Serafeddin Davud (öl. 1350)'u getirdi." Daha önce de kisaca temas edildigi gibi, gerek Osmanli, gerekse daha önceki medreselerde riyâziye dersleri okutuluyordu. Hele dönemimiz itibariyle bizi ilgilendiren XV ve XVI. asirlarda riyâziyat denilen ilimlerde epey mesafe katedilmisti. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in kurdugu "Semâniye Medreseleri"nin en alt seviyesi olan "Hasiye-i Tecrid" bölümünde muhtasarat denilen Sarf, Nahiv, Hesap, Hendese ve Hey'et gibi ilimlerin tahsili, Osmanlilarda müsbet ilme verilen degeri göstermektedir. Devrinin üniversitesi sayilan Sahn-i Semân'in muhtelif siniflarinda kelâm, fikih, hadis ve tefsir gibi dinî ilimlerin yaninda, matematik, astronomi ve geometri derslerinin de okutuldugu ve buradan kadi, müderris ve tabiblerin yanisira mühendislerin de yetistigi, okutulan derslerden anlasilmaktadir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde gerek okutulan dersler, gerekse müstakil fakülte diyebilecegimiz tip ve riyâziye medreselerinin açildigi görülür. Konuyu daha fazla uzatmamak için Osmanli diyarinda XV ve XVI. asirlarda yetiserek günümüze eser birakmis olan bazi riyâziyecilerin isim ve eserlerini vermekle yetinmek istiyoruz. Böylece bu dönemde adi geçen sahada da Osmanli dünyasinin nasil bir gayret içinde oldugunu görmüs olacagiz. Riyâzeci Eseri 1. Ali b. Hibetullah (öl. 1402) Hulâsatü'l-Minhac fî Ilmi'l-Hisâb Kadizâde-i Rûmî a. Muhtasar fi'l-Hisâb b. Risâle fî Istihraci'l-Ceyb c. Serhu Eskâli't-Tesis 3. Ibrahim b. Mehmed el-Halebî Umdetu't-Tullâb fî Ilmi'l-Hisâb 4. Mahmud b. Kadi Manyas A'cabu'l-Uccab (son kisim matematik) 5. Fethullah Sirvanî Serhu Eskâli't-Te'sis 6. Molla Lütfi Tez'ifu'l-Mezbâh 7. Haci Atmaca Mecmau'l-Kavaid 8. Alaeddin Ali Fenarî Serhu Tecnis fi'l-Hisâb 9. Hayatî el-Hüseynî Tuhfetu'l-Hisâb 10. Müslihiddin b. Sinan Risâle-i Eflatuniyye (Arapça matematik) 11. Muzafferuddin Ali Sirazî Hasiye li Halli Müskilât-i Öklides 12. Matrakçi Nasuh a. Câmiu'l-Kitâb ve Kemâlu'l-Hisâb b. el-Ken'aniyye fi'l-Hisâb. 13. Mehmed b. Ibrahim Halebî a. Adetu'l-Hâsib ve Umdetu'l-Muhâsib b. Ref'ul-Hicâb an Kavâidi'l-Hisâb c.Tezkire (geometri ile ilgili) 14. Yusuf b. Kemal Câmiu'l-Hisâb 15. Sa'dî b. Halil Miftâhu'l-Müskilât. Görüldügü gibi sadece XV ve XVI. asirlarda yetisen ve her biri sahalari ile ilgili eser yazanlardan sadece birkaçina isaret edildi. Bu müelliflerin, eserleri sadece bizim siaret ettiklerimiz degildir. Fakat konu itibariyle biz sadece alanlari ile ilgili eserleri verdik. Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki, XV ve XVI. asirlar, Osmanli dünyasinda, hemen her sahada ilerlemenin kayd edildigi asirlardir. Bununla beraber sunu da belirtmemiz gerekir ki, çesitli sebeplerden dolayi (burada buna girmeye gerek duymuyoruz) bu asirlardan sonraki dönemlerde ayni dinamizm devam ettirilememistir. Bu da ülkeyi yavas yavas bir inhitata dogru götürmüstür. Kaynak: Osmanli tarihi
|